25 Ekim 2014 Cumartesi

Göklerin ve Yerin Melekutu - Ve Diğer İki Konuyla İlgili Kısa Yazılarım

Göklerin ve Yerin Melekutu(İçyüzü/Hükümdarlığı)

Enam Suresi

75.Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, gerçeği görüp bilerek inananlardan olsun.

76. Gece onun üstünü örtünce bir gezegen gördü de "İşte Rabbim bu!" dedi. Gezegen battığında ise "Batıp gidenleri sevmem!" diye konuştu.

77. Ay'ı doğar halde görünce, "Rabbim bu!" dedi. O batınca da şöyle konuştu: "Eğer Rabbim bana kılavuzluk etmeseydi sapıtan topluluktan olurdum."

78. Nihayet Güneş'in doğmakta olduğunu gördüğünde, "Benim Rabbim bu, bu daha büyük!" dedi. O da batıp gidince şöyle seslendi: "Ortak koştuğunuz şeylerden uzağım ben."

79. "Ben bir hanîf olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben."

İbrahim Peygamber burada tüm evrenin de tıpkı bu tanık olduğu gök cisimleri gibi doğup battığını fark etmişti diye düşünüyorum. Ve bu yüzden de kendisi yaşadığı sürece sabit gibi duran yeryüzünü/tabiatı veya uzayı/evreni de aynı hataya düşerek Rabbi olarak görmeye kalkmadı; dediğim gibi güneş, yıldız ve gezegenler gibi, üzerinde bulunduğu dünyanın da, içinde bulunduğu kainatın da gelip geçici birer kul olduğunu anlamıştı.

Hem de bunlar ömrü boyunca ona sabit gibi gözüküceği için çok daha kolaylıkla yapabilirdi bu hatayı. Ama burada ona tüm evrenin de içindekilerle birlikte birgün yokedileceği dolaylı olarak gösterilmekte. Güneş, ay veya gördüğü gezegenin doğuşu ve batışı, evrenin de doğuşu ve batışını (yaratılışını ve yokedilişini) temsil ediyordu/anlatıyordu ona aynı zamanda.

Zaten 75. ayette “Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, gerçeği görüp bilerek inananlardan olsun.” denilerek bu durum anlatılmakta. Yani evrenlerin ve dünyanın bir başlangıca ve sona sahip olduğu... (sonlanma konusunda tek istisna tabii ki “Rabbin Katı” adı verilen Ahiret Evrenidir ki onun da bir başlangıcı olmasına karşın sonsuza dek var olacaktır, yani yok olmayacaktır).

 http://emre1974tr.blogspot.com.tr/2011/07/zaman-zamanszlk-ve-rabbin-kat.html

Ve tabii ki Big Bang ile Big Crunch da (yaratılış ve yok edilişin vücuda geliş şekli) kendisine bu örneklerle anlatılmış olmaktadır. Çünkü gördüğü gezegen, ay ve güneş önce doğuyor yani bir başlangıç noktasında gözüküyor, sonra yükselmeye başlıyor ve zirve noktasına erişiyor, sonra da batmaya yani aşağıya inmeye başlıyor ve en sonunda da tamamen batarak gözden kayboluyorlar. Evrenin Big Bang (ortaya çıkışı ve genişlemesi) ve Big Crunch (içine çökerek yok olması) aşamaları da bu yöndedir gerçekte.

“Batıp gidenleri sevmem” sözünü, bu olayın aslında tüm kainatı kapsadığını anlayarak söylemişti. Bu alemdeki herşey bir gün batacak yani yok olacaktı.

Kısacası; İbrahim Peygamber bu yaşadığı deneyimle, evrenin ve içindeki tüm diğer varlıkların da aynı döngüleri yaşadığını kavradı ve tüm gördüklerinin (hatta diğer göklerin/evrenlerin bile), birer kul olduğunu farkederek bunları yoktan vareden yüce Allah'a teslim oldu. Ve yine fark etti ki yüce Rabbimiz yönetici ve gözlemci olarak her yerde, ama varlık olarak evrenimizin (ve de diğer evrenlerin) dışındadır. Hiçbir yaratılmışda tanrısallık yoktur.

Bu arada evrenimizin ve de diğer evrenlerin (Göklerin), “Rabbin Katı” adı verilen “Ahiret Evreni” hariç, içe çökerek sonlanacağını haber veren ayetleri de paylaşalım:

Zümer 67: Allah'ı, kadrine/şanına yaraşır şekilde tanıyamadılar. Oysaki kıyamet günü, yeryüzü tamamen O'nun avucudur/avucundadır; gökler de O'nun sağ elinde/kudretinde dürülmüş haldedir. Şanı yücedir O'nun; arınmıştır onların ortak koştuklarından.



Enbiya 104: O gün Evren’i kitabın sayfalarını katlar gibi düreriz. Ve onu yaratılışa ilk başladığımız duruma iade ederiz. Bu, üzerimizdeki bir vaattir. Elbette, gerçekleştireceğiz.


 
Kullar Doğruluk/İyilik Üzerine Yaratıldıklarının Farkındalar

Dünyanın dört bir tarafında herkesin, yanlışa veya kötülüğe yönelen kimseler ve yaptıkları şeyleri tanımlamak için kullandığı "sapmış” veya “sapkınlık" gibi ifadeler de insanların özde doğruluk/iyilik üzerine yaratıldığını ve programlandığını gösteriyor aslında. Bu tanımlama kutsal kitaplarda da yine yanlış yolda olan kullara yönelik kullanıldığı gibi, dediğim gibi tüm dünyada insanların dilinde, bilgisinde vardır.

İnsanlığın kollektif bilincinde bulunduğu görülen bu sözcükler, başlangıçta kusursuz düşünce ve davranış üzerine yaratıldığımızın kabul edildiğini dolaylı da olsa gözler önüne seriyor. Şöyle bir düşüncek olursak, sapmak, dönmek eylemi her zaman kötü değildir gerçekte. Çünkü bir insan bazen yanlışından dönerek doğruya, güzele de sapabilir. Fakat biz bu ifadeleri sadece yanlışa sapan, yani doğrudan dönen kimseler için veya ilgili yanlış davranışların kendisi için, olumsuz anlamda kullanırız hep.

Bilinçaltından da olsa biliriz ki; başlangıçta/doğuştan zaten doğru yol üzerinde olduğundan insanlar, kötülüğe ve yanlışa yönelenler içindeki "doğrudan/vahiyden/ruhdan sapmış, yani uzaklaşmış" demektir. Ve böyle kişilere kısaca "sapmış", ilgili davranışa da “sapma” denir. Gerek inanç konusunda olsun, gerek davranış veya başka bir konuda...

Kutsal kitabımızda da; doğruluk ve iyilik üzerine ve de temel vahiyle yoğrulmuş bir şekilde yaratıldığımız gerçeği şöyle anlatılır:

7: 172 Rabbin, Adem oğullarının bellerinden soylarını çıkarırken onları kendi kendilerine tanık tutar: "Ben, Rabbiniz değil miyim? " "Evet, tanıklık ediyoruz, " derler. Böylece diriliş günü, "Biz bundan habersizdik, " diyemezsiniz.

7: 173 Yahut, "Atalarımız önceden ortak koştu ve biz de onlardan sonra gelen soylarıyız, bizi bidat ve hurafelere dalanlardan dolayı mı yok edeceksin, " diyemezsiniz.

- Bir tek Tanrıcı (hanif) olarak kendini dine adamalısın. Nitekim, ALLAH insanları böyle bir yaratılış ile donatarak yaratmıştır. ALLAH`ın yaratışında değişiklik olmaz. Bu, tam yetkin bir dindir, fakat insanların çoğu bilmez (Rum Suresi 30)

Anne karnındayken verdiğimiz sözün yanı sıra, temel önemli ilahi bilgiler (vahiy, yani ruh) genlerimize işlenmiş durumda, ve böylece tıpkı başkalarına iyilik yapmanın doğru olan şey olduğunu "bilmek" gibi, Allah'ın var ve de tek olduğunu da "biliyoruz" aslında.

Gerçeği inkar edenler veya hurafelere inananlar, bile bile bu hatalarını yapmakta yani gerçekte.

Ve bu yüzden sorumluyuz,(mazeretimiz yok ahirette), bu bilgi(temel vahiy) içimizde olduğu için, ve de Kuran ayetlerini tasdik ettiği için(Kuran'ın gerçekliği delillere dayandığı için)...Şu an içinde yaşadığımız imtihan dünyasında gerçek dine ve bilgilere inanmakla, buna karşılık hurafelerden ise uzak durmakla yükümlüyüz.

Hatırlamıyor gibi gözükmemiz yüzeyde, derine inince hepsini hatırlıyor ve de bize işlenen tüm bilgilerin, gerçeğin farkındayız.

İşte insanoğlu yüzeyde pek farkında olmasa da, gerçekte bu sebeplerden dolayı, genelde belli bir derecenin üzerinde kötülük veya yanlış şeyler düşünenleri/yapanları, ve de davranışın kendisini tanımlamak için aynı ifadeler kullanılır tüm dünyada. Hatta psikoloji/psikiyatri alanında bile aynı tanımlamalar kullanılmaktadır.

Başlangıçta(doğuştan) doğru bilgilere sahip olduğunu kişinin, doğru yol üzerine varedildiğini, ama sonradan içindeki ayetlere sırtını dönerek, yanlışa yöneldiğini, yani yanlış yola "saptığını" söylemiş oluyoruz. Bilinçaltından da olsa bunun farkındayız aslında.

Ayetlerde de bu şekilde tanımlanır doğrulardan ve iyilikden uzaklaşan insan veya cinler elbette:

İbrahim Süresi 18: Rablerine nankörlük edenlerin amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın tarumar ettiği küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. İşte bu, dönüşü olmayan sapıklığın ta kendisidir.



Nisa Suresi 116: Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez ama bunun dışında kalanı/bundan az olanı dilediği kişi için affeder. Allah'a şirk koşan, dönüşü olmayan bir sapıklığa dalıp gitmiştir.

Ve dediğim gibi tüm dünyadaki insanlar da ayetlerin verdiği bu bilgiyi onaylamakta; “aşırı sağlıksız düşünce ve davranış” içinde olanları aynı şekilde adlandırmaktadır (farklı inançlardaki insanların iyilik/kötülük, doğru/yanlış anlayışları birbirinden yüz seksen derece farklılıklar gösterebilmekte birçok konuda, ama yapılan eyleme ve yapan kişiye yönelik kullanılan terim aynıdır).Böylece aslında hem evrensel ve kesin doğruların/iyiliğin varlığını ve hem de insanların baştan doğru yol üzerine yaratıldıklarını kabul ettiklerini göstermekteler.

 

Zümer Suresi 10 ve 53. Ayetlerle İlgili Soruya Cevap…



Zümer Suresi 10 ve 53. ayetlerinde “de ki” ifadesinden sonra “kullarım” denmesinin nedenini soranlara verdiğim cevabı burada da paylaşmak istedim.

(Zümer 53)
De ki: “Ey öz benlikleri aleyhine sınırı aşan/aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Allah, günahları tümden affder. Çünkü O, mutlak Gafûr, mutlak Rahîm’dir.

Sadece bu ayetlerde değil, başka örneklerde de görüyoruz benzer durumu. Kuran’daki bu anlatım özelliğinde “aktar/bildir” veya “tarafımdan söyle” anlamında “de ki” ifadesi kullanılmakta.
Örneğin:

Şunu de: ‘Kendinden öncekileri doğrulayıcı, inananlara yol gösterici ve müjde olarak ALLAH’ın izniyle bunu kalbine indiren Cibril’e her kim düşman olursa,
(Bakara97)

Yine “de ki” ifadesinden sonra “bunu kalbine indiren” denmektedir görüldüğü üzere. Yani burada aslında peygamberin insanlara, konuşurken bire bir söyleyeceği diyalogdan falan bahsedilmiyor.
Burada “de ki ” bu cümleyi “birebir söyle” değil, çünkü peygamber sohbet ederken cümleyi “benim kalbime indiren” şeklinde söyleyecektir. Ya da “Allah şöyle dememi /aktarmamı istedi” deyip ayetteki şekliyle cümleyi sunacaktır.
Başka bu tarz ayet örnekleri verelim:

Enfal
38. Küfre sapanlara söyle: “Eğer son verirlerse eskide kalmış olan, kendileri için affedilir. Eğer yeniden başlarlarsa, daha öncekilere uygulanan yol ve yöntem, eskisi gibi devam etmiş olacaktır.”
Casiye
14. İman edenlere söyle: “Allah’ın günlerini ummayanları affetsinler ki, O, bir toplumu kazandıklarıyla cezalandırsın.”
Yine “de ki” den sonraki cümleyi birebir aktarması istenmiyor burada. Zaten ayet okununca bu bilgi de verilmiş oluyor. Yani ayrıca bir daha söylenmesine de gerek kalmıyor. Ama dediğim gibi bir sohbet sırasında insanlara bu ifadeyi sunmak isterse peygamber, hitabına uygun hale getirecektir. Buradaki anlam “onlara aktar/tarafımdan bildir” şeklindedir.
Bu açıdan bakılınca Zümer 10 ve 53. ayetlerdeki “de ki” ifadelerinde de bir aykırılık olmadığı rahatlıkla görülebilir:

Zümer
53 De ki: “Ey öz benlikleri aleyhine sınırı aşan/aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Allah, günahları tümden affder. Çünkü O, mutlak Gafûr, mutlak Rahîm’dir.
Bu ayetlerde de peygamberin insanlara “kullarım” şeklinde seslenmesi değil, cümlenin uygun şekilde aktarılması isteniyor. Ayrıca dediğim gibi, zaten buna gerek bile yok, bu ayetler olduğu gibi aktarılınca insanlar bilgiyi de almaktadırlar.
Bu bağlamda ayetlerin en doğru çevirisi “söyle” yerine “aktar” veya “tarafımdan söyle” şeklinde başlamak durumundadır ve bu şekilde tercüme edenler var zaten:

Zümer
10.Tarafımdan söyle: “Ey iman eden kullarım, Rabbinizden korkun! Bu dünya hayatında güzel düşünüp güzel davrananlara güzellik vardır. Allah’ın toprağı/yeryüzü geniştir. Sadece sabredenlere, ücretleri hesapsız ödenecektir.”
Zümer
53. Onlara bildir: ‘Kendilerine karşı sınırı aşan kullarım, ALLAH’ın rahmetinden ümit kesmeyin. ALLAH tüm günahları affedicidir. O Bağışlayandır, Rahimdir.’
 
Selam ve sevgiler